Yıllar yılı devlet başkanlarından iş adamlarına ve sanat dünyasının ünlü bestekârlarına kadar pek çok kişinin kıyafetine imza atan Yusuf Kenan’ın Taksim’deki ofisine modaevi’ne konuk olduk. Sıcak, samimi ve bir o kadar da duygusal bir kişiliğe sahip olan Yusuf Kenan Bey’in müzik tutkusundan terziliğe, Malatya’da doğduğu günden İngiltere’deki tahsil hayatına kadar pek çok konuda konuşma imkânı bulduk.
- Yusuf Bey, moda dünyasıyla tanışmanız nasıl oldu? Yusuf Kenan markası nasıl doğdu?
- Efendim, öncelikle tanrıma şükrediyorum ki aradığımı buldum diyen duygusal bir yapım var, benim bu duygularıma hitap edebilen bir mesleğim… Her zaman için çok iftihar ettiğim Malatya’nın Tecde mahallesinde doğdum. On üç yaşına geldiğimde İstanbul’a, büyüsüne kapıldığım o güzel şehre, geldim. Bu gelişim nedense pek uzun ömürlü olmamıştı. Daha sonra geriye döndüm, okulu bitirdim ve tekrar İstanbul yollarına koyuldum. Zaman zaman ağabeyimin zaman zaman da teyzemin yanında kalıyordum. Henüz on yedi yaşındaydım. Sesim güzel olduğu için beni bir konservatuar hevesi almıştı, nitekim girip kazandım. Ama o zamanın şartlarında bazı imkânsızlıklardan dolayı kayıt yaptıramadım. Bir gün Tarlabaşı’ndaki mahallemizde terzilik yapan Mari adındaki ermeni kızdan iş teklifi aldım. Mari’nin adı İstanbul’da “ünlülerin terzisi” olarak anılan ve İzzet Ünver’in baş kalfası Arneki Usta’nın yanında çalışıyordu. Böylece ben de kendimi bir anda Arneki Usta’nın yanında buldum. Terzi çıraklığında ilk günlerde bocaladıysam da çarçabuk acemiliğimi atıp, on beş günün sonunda sözlü olarak çıraklık belgemi aldım. Yıllar geçtikçe o aşkı iğne ve iplikte birlikte yaşamaya başladım. Terziliğe hızlı başladım ve kendimi kısa sürede sevdirdim. Arneki Usta’nın atölyesinde çalışıyordum, bu atölyedeki işlerin asıl sahibi İzzet Ünver’di. Ünver, İstanbul’un en ünlü terzisiydi. İsmet İnönü, Celal Bayar ile Menderes’in tüm elbiseleri hep İzzet Usta’nın elinden çıkardı. Bir gün nasıl İzzet Ünver gibi olurum diye hayal ederken terzilik yavaş yavaş ruhuma giriyordu. Daha sonraki yıllarda süratle bu yolda ilerledim. Tekrar ediyorum, bugün Allah’a şükrediyorum; hala çok sevdiğim bir mesleğim var. Bakınız, bu meslek önemli bir meslek, neden mi? Bir gün çok önemli biri kıyafet siparişi vermek için geldi öncesinde sohbet ediyoruz. Yusuf Bey, benim vücudum arızalı hiçbir elbise olmuyor, şimdiye kadar pek çok yere gittim hiçbiri içime sinmedi, bu yüzden size geldim dedi. Kendisiyle sohbetimizin sonunda dedim, sayın beyfendiciğim siz üzülmeyin, sizin vücudunuz defolu değil; sizin vücudunuzun mimarlığını yapan kişi defolu herhalde dedim. Bizim işimiz insan vücudunun mimarlığını yapmak, onun için de müşterilerimle olan birlikteliğimiz yıllarca süren dostluklara dönüşmüştür. Niçin, mutlu oldukları için. Şimdi, Yusuf Kenan markası doğmadı, kendiliğinden oluştu! Her gelen kişi mutlu ise anlata anlata etrafına söylüyorsa bu marka oturmuş demektir.
- Küçüklüğünüzde hayalini kurduğunuz bir meslek var mıydı?
İnsanın hayatı, insanın hayalidir demişler. Ne güzel bir tespit… Hep hayal ederek büyüdüm, hayal ederek çalıştım, hayal ederek bir yerlere gelme çabasını sürdürdüm. Size bir şey itiraf etmek istiyorum. Küçüklüğümüzde dönemin çok zor şartları içerisinde babasız büyüdük. Hayatım boyunca hiçbir kimseye kıskançlık duymadım ama bir kişi bana baba diye sarıldığında, bu yaşıma rağmen içimde bir eksiklik ve acı hissediyorum.
Babamın hayalini kuramadım ama hep eksikliğini hissettim. Bugün babam olsaydı kaderim nasıl değişirdi, onun da cevabını veremiyorum.
- Yusuf Bey, yarının yetişecek moda tasarımcılarına ve bu mesleğe gönül verenlere bir ağabey, bir duayen olarak neler önerirsiniz?
Efendim, tüfek icat oldu; mertlik bozuldu. Bir gün kadim dostum Sakıp Ağa, bizim sektörde çok ünlü birisiyle beni tanıştırmak istediğini söyledi. Ağam ben yapamam edemem, yakasındaki teğele takılırım, kolun bir tarafına takılırım, mümkün değil göz alışmış o bakımdan ben işime devam edeyim, yapamam dedim. Sakıp Ağa’mın bu dostları bir gün beni davet edip fabrikalarını gezdirdiler. Günde 1000 tane ceketi, nasıl 1500 taneye çıkartırızın hesabını yapıyorlar. Hâlbuki ben diktiğim zaman bundan ne kadar kazanacağım diye düşünmem, bunu en iyi nasıl yapabilirim gayreti içinde kıvranırım ve hala o gayretteyim. İlginçtir, zaman zaman geceleri uykum kaçar şu elbisenin şurası bu elbisenin burası hep rahatsız eder. Kendimi tatmin için hep bir uğraşı içindeyim. Onun içindir ki insanlar hala beni tercih ediyor.
Öncelikle hiçbir şekilde din ve dil ayrımı yapmadım ve sizlere de yapmamanızı öneririm. Kutsal kitapların hepsini okudum. Kuran-ı Kerim’i defalarca okudum, bir müslüman olarak dünyaya geldiğim için çok mutluyum ve dinimi de çok seviyorum. İkincisi kendime karşı hep dürüst oldum, size de kendinize karşı dürüst olmanızı tavsiye ederim. Üçüncüsü, hangi işi yaparsanız yapın severek en iyisini yapmaya çalışın ”Koyver gitsin!” demeyin. Yaptığınız güzel şeyler muhakkak karşılığını bulur ve hangi toplumda olursanız olun aranırsınız. Özellikle dostlarınızın sırlarını gözünüz gibi saklayın.
- Yusuf Bey, modanın kalbi İngiltere’den doktor terzi diploması ile gelmiş biri olarak sektörün geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Benim okuduğum Tailor and Cutter Academy’deki herkes yükseköğrenimi görmüş kişilerdi, aralarında bir garip Yusuf Kenan… Dikmek var, kesmek var, plan çıkarmak var… Bunların hepsini bilen, görüş veren ben, sonunda bu okulda pratikten gelen avantajla büyük bir başarı elde ettim. Dönemin BBC Türkçe yayınlarından sorumlu müdiresi Londra konsolosumuz bana çok yardımcı oldu. Pierre Cardin’in baş ustası Hayrettin Aker’in dahi inanılmaz destekleri vardı. Henüz 29 yaşında iken Büyük Britanya İmparatorluğu’nun başkenti Londra’da terzilik sanatı üzerine akademik öğrenim görmek, benim için çok büyük bir ayrıcalıktı. “Dr. Terzi” ünvanı bana İstanbul’da adeta sınıf atlattı. Böyle bir imkâna ulaştığım için Yüce Yaradan’a binlerce şükrediyorum.
- Efendim, hayatınızın olmazsa olmazları arasında ünlü bestekâr Yesari Asım Arsoy’un yeri başka… Yesari hocayla tanışmanız nasıl oldu?
Sene 1955… Şişli’de kapıcı dairesinde bir yer tuttum, o zamanın şartları öyleydi. Azimliyim, kararlıyım “Ben İzzet Ünver olacağım” cümlesini tekrarlıyorum. Bu arada musevi cemaatinin pek çok üyesi müşterim olurken tıp dünyasından Prof. Dr. Kamil Akyol Bey’le de çok güzel bir dostluğumuz oldu. Bir gün çalışırken Osman Bey diye çok değerli müşterim, hiç unutmam 1954 senesiydi, Türk müziğinin ünlü bestecilerinden Yesari Asım Arsoy’u getirdi. Yesari Hoca insanlarla biraz mesafeliydi, bir başka deyişle yanına yaklaşılması zor olan bir kişiydi. Saygıda kusur etmedim ve bu dostluk ölünceye kadar sürdü. İlk provasını yapıp tanıştığımız gün yolda yürürken bana,
Yusuf Kenan sana ilk dersim şu olsun:
“Ucuzdan ucuz ne var? Ben.
Pahalıdan pahalı ne var? Yine ben.
Keyfin nasıl? Adamına göre.”
Yesari Hoca’nın bu kısa dörtlüğünden çok etkilenmiştim… Kısa zamanda işlerim yoluna girdi. 1960 senesinde İstiklal Caddesi’nde 61 no’lu binanın birinci katına geçtim. Burası bana inanılmaz uğurlu geldi. Çok para kazandım diyebilirim. Paradan da öte dönemin reis-i cumhuru Cevdet Sunay hazretlerinin çok genç yaşta elbiselerini dikme şansını yakaladım. Sayfa sayfa haberlerim yayımlandı. Evimi Florya’ya taşıdım. Her geçen gün giderek artan bir müşteri portföyüm oldu. Daha sonra o zamanın gençleri sonraları değerli birer işadamlarına dönüştüler. O dönemde, şimdi Mete Caddesi’nde bulunan yeri, değerli gazeteci Erol Simavi Bey’in gayretleri ve desteği ile aldım. Heyecandan 15 gün uyuyamamıştım. O heyecan hala kalbimdedir. Bir gün atölyede tambur üstadı Nejdet Yaşar ile konuşuyoruz, bana tambur dersleri öneriyor ve gösteriyor. Bu çalışmalardan birinde Yesari Hoca içeriye girdi ve ‘Çabuk bırak o tamburu’ lafı yüzüme bir tokat gibi yapıştı. Aradan yıllar geçti, bir gün Yesari Hoca; Yusuf’um ben büyük vebal altındayım, musiki çok egoisttir; senin elinden o tamburu almasaydım mesleğinde bu mertebeye gelemezdin, dedi. Ama bir gün sana öğreteceğim, dedi ve öyle kaldı. Zaman içinde ben musikiyi ararken, müzik benim ayağıma geldi. Sadun Aksüt, Nevzat Atlığ, Alaaddin Yavaşça, önce müşterilerim sonra sıkı dostlarım oldular. Müsaade ederseniz Yesari Hoca’yla bir anımı anlatayım: Üstad çok entrasan adamdı, o dönemde Turgut Özal başbakan oldu. Sohbet ederken hoca, bana sayın başbakanımıza telgraf çekmek istiyorum, dedi. Hocam benim randevum var, elden veririm sizin mesajınızı, dedim. Ertesi gün Özal’ın yanındaydım, durumu anlattım. O da bana Yusuf Bey, seneler önce zamanın müftüsü Abdurrahman Çelebi’nin Cihangir’deki evinde tasavvuf ve musiki şiir günleri vardı, beni de çağırdılar. Gittiğim yerde Yesari Hoca elinde ud, kendinden geçmiş çalıyor. Ben hayran hayran ona bakınca, evladım sen benim yüzüme böyle hayran hayran bakıyorsun ama ben sıkılgan bir insanım, hem ışığı söndür hem de yüzüme bakma, dedi. Böyle bir hatıramız var, dedi. Şimdi bu değerli insanın sesini duyayım, dedi. Ben de Yesari Hoca’mı aradım, efendim size bir arkadaşımı vermek istiyorum deyip Turgut Bey’i verdim ve yarım saati aşkın bir süre inanılmaz ve unutulmaz bir sohbete tanık oldum. Turgut Bey’in bunca yıllık dostluğumuz içerisinde hiç bu kadar mest olduğunu görmemiştim.
- Hayatınızı kazandığınız bu güzel mesleğinizin ikinci kuşağında “ baba mesleği” olarak götürecek kimse var mı?
Hayır, hem de üzülerek hayır. İkisi kız üç tane evladım var, üçü de son derece iyi şekilde eğitimlerini aldılar. Büyük kızım Aslı Marmara Üniversitesi’nde hoca, oğlum Kerem ise hem burada hem yurt dışında eğitimini başarıyla tamamladı, şimdiyse kendi icat ettikleri müzik sistemlerini dört bir yana pazarlıyorlar. Küçük kızım Seda avukat olsun istedim, uluslararası ilişkileri bitirdi. Evinin hanımı oldu.
Bu arada Faruk Saraç Bey’i tebrik ediyorum, gençlere moda akademisi yaptı, takdir ediyorum. Memlekette okullar yaptım, pek çok sosyal etkinlikte ailemin adına destekler verdim ama velhasıl-ı kelam bu iş benimle başlayıp benimle bitecek…
- Kıyafetlerinizi tasarlarken neler hayal edersiniz?
Her vücudun mimarlığını yaparım. Kimi insanların omzu düşüktür, kimisinin kamburu çıkar, kimisinin göbeği vardır, kimisi zayıftır… Müşterilerimle dikkatli şekilde sohbet ederim, bu sohbet içinde planlanır, buna göre kendim şekillendiririm. Bu kişiyi nasıl güzel gösteririm, tasarlarım? Keserim, biçerim sonrasını çocuklara veririm, iş biter.
- Son olarak, sizi biraz yorduk ama Mevlana Celaleddin –i Rumi diyor ki; “İnsanlar gördüm, üzerinde elbise yok. Elbiseler gördüm, içinde insan yok. Neler söylemek istersiniz?
Şöyle, o kadar geniş kapsamli ki… İnsan-elbise birlikteliğini en veciz şekilde anlatan bu değerli sözlerin açmış olduğu yoldan devam ederek, ulaşmaya çalıştığım hedefin hikâyesini kapsayan yaşam öykümü sunmuş oluyorum… Hayatım boyunca hep mutluluğu aradım; ekmek parası kazanırken o duygunun manevi ikliminden kopmamak istedim, yuva kurarken de… Bu erişilmez güç gibi görünen mutluluk denizinde yüzebilme hevesini daima içimde besledim. Mutluluk konusunda hayatım boyunca daima kanaatkâr olmaya gayret ettim. Öyle ki iğne kalınlığında bir akarsu, beni mutlu etmeye yetti. Ama sıkıntılarımı gidermek için adeta okyanuslara ihtiyacım olduğu düşüncesi de sürekli karşıma çıktı.